19 Şubat 2012 Pazar


Tek bir ilaçla kanser ve diğerlerini tedavi etme umudu
Kanser, AIDS, lupus, hepatit C, hatta alerjiler gibi inatçı hastalıkların kökünü kurutmayı amaçlayan ilacın üretilmesini sağlayacak kilit nokta, bağışıklık sistemimizin çalışma mekanizması.
Yeni ilaçlar üzerinde çalışan tüm bilim adamları gibi Dr.Arthur Krieg de kanser tedavisine çare arıyor. Ayrıca AIDS, lupus (sebebi bilinmeyen ve tedavisi olmayan ciddi sistematik hastalık. Kadınlarda erkeklere oranla çok daha fazla görülür; eklem ağrıları, böbrek sorunlari, ciltte yaraların oluşması gibi semptomları vardır. 2500 kişide bir görülür), hepatit C, hatta alerjiler gibi inatçı hastalıkların kökünü kurutmayı amaçlıyor.

Krieg, eski filmlerdeki deli doktorlara benzememekle birlikte, bütün bu hastalıkları tek bir ilaç türü ile tedavi etmeyi umuyor. Coley Pharmaceuticals adına çalışmalarını sürdüren Krieg, binlerce farklı patojene karşı vücudun savunma mekanizmasına, yani bağışıklık sistemine odaklanmış durumda.

Coley şirketi bütün olanaklarını bu sistemin kontrolünü ele geçirmeye yönelik çalışmalara yönlendirmiş. Şirket bu çalışmaların sonucunda sisteme müdahale edebilme şansını ele geçirerek, bakteri, virüs hatta tümör hücrelerinin vücuttaki hareket kabiliyetlerini sıfırlayabileceğini düşünüyor.

Bağışıklık sistemimiz
/_newsimages/945213.jpgDoğuştan gelen bağışıklık sistemi vücudun hem hırsız alarmı, hem de polis gücüdür. Son günlere kadar doktorlar bağışıklık sistemine gereken ilgiyi göstermiyorlardı. Bu yaklaşım 1990'lı yıllarda bağışıklık sisteminin kalbinde yatan "kapıcı" reseptörlerin keşfinden sonra köklü bir şekilde değişti.

Vücut mikropların istilasına uğradığı zaman doğuştan gelen bağışıklık sistemi önce bunların virüs mü yoksa bakteri mi olduğunu araştırır; daha sonra reseptörleri devreye sokar. Reseptörler savunmayı yönlendirir.

Bu bağlamda vücuda ya mikropları yemesini (fagosit hücreleri ile), ya öldürmesini (mikropların sızdığı vücut hücrelerini feda ederek) ya da mikropların yaşamını zorlaştırmasını (enflamasyon yolu ile) söyler.

Diğer strateji
Doğuştan gelen bağışıklık sistemi, diğer taraftan vücudun diğer kısımlarına kendi savunmalarını hazır hale getirmeleri yolunda uyarılarda bulunur.

Bunlardan hiçbiri işe yaramaz ise bağışıklık sistemi başka bir stratejiye daha başvurur. Bu strateji, sonradan kazanılmış bağışıklık sisteminin harekete geçmesini sağlamaktır.

Kazanılmış bağışıklık sistemi B ve T hücrelerini içerir. Bu hücreler vücudun daha önce mücadele ettiği spesifik mikroplarla nasıl baş edileceğini bilir.

Doğuştan gelen bağışıklık sistemi olmadan, kazanılmış bağışıklık sistemi ne zaman işe başlaması gerektiğini bilemez. Başka bir deyişle doğuştan olan sistem, savunmayı devreye sokan ana kontrol unsurudur.

"Ana denetleyici" heyecanı!

İlaç üreticileri, "ana denetleyici" sözünü duyar duymaz heyecanlandılar.

Bu ilke Krieg'in kanser tedavisine uygulanabilir. Bu tedavi, vücudu yönlendirerek, her zaman karşılaşmadığı yabancı bir hedefe (bakteri veya virüs) saldırmasını sağlayabilir.

Krieg, "Vücudu kanserin bir çeşit viral enfeksiyon olduğu yönünde kandırabiliriz" diyor. Coley Pharmaceuticals, bugün III. Faz deneylerine başlamış durumda.

Bu arada Pfizer da benzer şekilde akciğer kanseri hastalarına sentetik DNA enjekte ediyor. Sentetik DNA virüse benzemekle birlikte, virüs belirtileri göstermiyor.

Ciddi düzelme

Kanser tedavisi bugüne dek Coley'in en başarılı çalışmalarından biri. Ancak tek başarılı olanı bu değil. Şirket ayrıca hepatit C ilacı deneylerinde IB Fazı'nda.

Geçen günlerde bildirdiğine göre 4 haftalık bir tedavi, hepatit C hastalarının kanlarındaki hepatit C yoğunluğunun azalmasına yol açmış. Ayrıca şirketin HIV/AIDS tedavileri için geliştirdiği ilaçlar da umut veriyor.

Virüse karşı geliştirilen aşılar şimdiye dek pek bir yarar sağlamadıysa da Krieg, birkaç küçük deneyde kullandığı sentetik DNA'nın bu ilaçların etkisini artırdığını söylüyor. Dolayısıyla bağışıklık tepkisinde ciddi bir düzelme saptanmış.

Bağışıklık hastalıkları tedavisinde aşılar
Aşılar diğer ilaç üreticilerinin da gündemini meşgul ediyor. Institute for Systems Biology'den immünolog Alan Alderam geliştirdikleri aşılarla ilgili şu bilgileri veriyor:

"Çok sayıda konvansiyonel aşıda, mikrobu alıp ya eziyorsunuz, ya da öldürüyorsunuz. Hastaya enjekte edip, her şeyin yolunda gitmesi için dua ediyorsunuz. Çocuk felci gibi hastalıklarda bu yöntem işe yarıyor. Ancak HIV ve TB gibi bağışıklık sisteminin doğru dürüst çalışmadığı hastalıklarda çaresiz kalıyorsunuz. Doğuştan bağışıklık sistemini güçlendiren ilaçlarla birlikte enjekte edilen aşılar, normal zamanda uyumakta olan bağışıklık tepkisini tetikler. Dahası doğuştan bağışıklık sistemini güçlendirenler sayesinde doktorlar hastalarını aynı anda çok çeşitli patojene karşı aşılayabilir. Bu olanak, biyoterörizm tehlikesinin yaygın olduğu günümüzde çok önemli bir savunma sağlayabilir."

Bağışıklığı güçlendiren ilaçlar
Varolan ilaçlara yeni kullanım alanları araştıran NovaScreen adındaki ilaç şirketi, ABD Savunma Bakanlığı'ndan sağlanan fonlar ile bu tür bir bağışıklık güçlendirici üzerinde çalışıyor.

Newweek'te yayımlanan habere göre, bağışıklık sistemini güçlendirmek doğal olarak beraberinde bazı riskleri de getiriyor.

Bunların başında doktorların bu güçlendirme işlemini abartmaları geliyor. "İltihaplanma sistemi iki ucu keskin bıçak gibidir" diye konuşan Alderam, "İltihaplanma bir ihtiyaç üzerine oluşur. Vücut enfeksiyona karşı savaşmak zorundadır. Ancak bunun gereğinden fazlası kötü, hem de çok kötüdür" diyor.

Fazla faaliyet zararlı
Doktorlar halihazırda bağışıklık sistemi gereğinden fazla faal duruma geçince neler olduğunu biliyor. Hastalar bu gibi durumlarda oto-immün hastalıklara yakalanırlar.

Doğuştan bağışıklık sisteminin dışarıdan giren patojenlere karşı kullandığı mekanizmalar Ðözellikle iltihaplanma- kendi başına çok sayıda sağlık sorunundan sorumludur.

"Bu bağlamda sistem zarar verebilir" diye konuşan Krieg, "Deneylerdeki katılımcıların bazılar çok kötü reaksiyon verebiliyor. Örneğin nezle oluyorlar veya enjeksiyon yapılan bölgede iltihaplanma veya kabartılar oluşabiliyor" diyor.

Aşırı faal bağışıklığın zararları

"Bağışıklık sistemini kontrol etmek", devreye sokmak gibi devreden çıkartma olanağına da sahip olmak anlamına geliyor.

Aşırı faal bir sistem oto-immün hastalıklara yol açarsa bunun tam tersi niye olmasın? Sözgelimi lupus'ta vücut kendi kendine savaş açar ve kendi RNA veya DNA'larına karşı antikor üretir.

Alerjiler de benzer şekilde faaliyet gösterir. Bu hastalıkta bağışıklık sistemi günlük karşılaştığımız maddeleri patojen sanır. Eğer doktor bu gibi vakalarda vücudun tepki vermesini engellerse alerjileri tedavi edebilir. Ancak tedavi beraberinde risklerini de getirir.

Bu risk bağışıklık sisteminin çok fazla baskılanmasıdır. Alderam, "Bu gibi durumlarda insanlar enfeksiyonlara daha açık hale gelir" diyor. Bu birbirini tetikleyen kısır döngüden kurtulmak için doktorlar sorunun gerçek yüzünü görmek için canla başla çalışıyorlar.

Yeni ilaçlar üzerinde çalışan tüm bilim adamları gibi Dr.Arthur Krieg de kanser tedavisine çare arıyor. Ayrıca AIDS, lupus (sebebi bilinmeyen ve tedavisi olmayan ciddi sistematik hastalık. Kadınlarda erkeklere oranla çok daha fazla görülür; eklem ağrıları, böbrek sorunlari, ciltte yaraların oluşması gibi semptomları vardır. 2500 kişide bir görülür), hepatit C, hatta alerjiler gibi inatçı hastalıkların kökünü kurutmayı amaçlıyor.

Krieg, eski filmlerdeki deli doktorlara benzememekle birlikte, bütün bu hastalıkları tek bir ilaç türü ile tedavi etmeyi umuyor. Coley Pharmaceuticals adına çalışmalarını sürdüren Krieg, binlerce farklı patojene karşı vücudun savunma mekanizmasına, yani bağışıklık sistemine odaklanmış durumda.

Coley şirketi bütün olanaklarını bu sistemin kontrolünü ele geçirmeye yönelik çalışmalara yönlendirmiş. Şirket bu çalışmaların sonucunda sisteme müdahale edebilme şansını ele geçirerek, bakteri, virüs hatta tümör hücrelerinin vücuttaki hareket kabiliyetlerini sıfırlayabileceğini düşünüyor.

Bağışıklık sistemimiz
Doğuştan gelen bağışıklık sistemi vücudun hem hırsız alarmı, hem de polis gücüdür. Son günlere kadar doktorlar bağışıklık sistemine gereken ilgiyi göstermiyorlardı. Bu yaklaşım 1990'lı yıllarda bağışıklık sisteminin kalbinde yatan "kapıcı" reseptörlerin keşfinden sonra köklü bir şekilde değişti.

Vücut mikropların istilasına uğradığı zaman doğuştan gelen bağışıklık sistemi önce bunların virüs mü yoksa bakteri mi olduğunu araştırır; daha sonra reseptörleri devreye sokar. Reseptörler savunmayı yönlendirir.

Bu bağlamda vücuda ya mikropları yemesini (fagosit hücreleri ile), ya öldürmesini (mikropların sızdığı vücut hücrelerini feda ederek) ya da mikropların yaşamını zorlaştırmasını (enflamasyon yolu ile) söyler.

Diğer strateji
Doğuştan gelen bağışıklık sistemi, diğer taraftan vücudun diğer kısımlarına kendi savunmalarını hazır hale getirmeleri yolunda uyarılarda bulunur.

Bunlardan hiçbiri işe yaramaz ise bağışıklık sistemi başka bir stratejiye daha başvurur. Bu strateji, sonradan kazanılmış bağışıklık sisteminin harekete geçmesini sağlamaktır.

Kazanılmış bağışıklık sistemi B ve T hücrelerini içerir. Bu hücreler vücudun daha önce mücadele ettiği spesifik mikroplarla nasıl baş edileceğini bilir.

Doğuştan gelen bağışıklık sistemi olmadan, kazanılmış bağışıklık sistemi ne zaman işe başlaması gerektiğini bilemez. Başka bir deyişle doğuştan olan sistem, savunmayı devreye sokan ana kontrol unsurudur.

"Ana denetleyici" heyecanı!

İlaç üreticileri, "ana denetleyici" sözünü duyar duymaz heyecanlandılar.

Bu ilke Krieg'in kanser tedavisine uygulanabilir. Bu tedavi, vücudu yönlendirerek, her zaman karşılaşmadığı yabancı bir hedefe (bakteri veya virüs) saldırmasını sağlayabilir.

Krieg, "Vücudu kanserin bir çeşit viral enfeksiyon olduğu yönünde kandırabiliriz" diyor. Coley Pharmaceuticals, bugün III. Faz deneylerine başlamış durumda.

Bu arada Pfizer da benzer şekilde akciğer kanseri hastalarına sentetik DNA enjekte ediyor. Sentetik DNA virüse benzemekle birlikte, virüs belirtileri göstermiyor.

Ciddi düzelme

Kanser tedavisi bugüne dek Coley'in en başarılı çalışmalarından biri. Ancak tek başarılı olanı bu değil. Şirket ayrıca hepatit C ilacı deneylerinde IB Fazı'nda.

Geçen günlerde bildirdiğine göre 4 haftalık bir tedavi, hepatit C hastalarının kanlarındaki hepatit C yoğunluğunun azalmasına yol açmış. Ayrıca şirketin HIV/AIDS tedavileri için geliştirdiği ilaçlar da umut veriyor.

Virüse karşı geliştirilen aşılar şimdiye dek pek bir yarar sağlamadıysa da Krieg, birkaç küçük deneyde kullandığı sentetik DNA'nın bu ilaçların etkisini artırdığını söylüyor. Dolayısıyla bağışıklık tepkisinde ciddi bir düzelme saptanmış.

Bağışıklık hastalıkları tedavisinde aşılar
Aşılar diğer ilaç üreticilerinin da gündemini meşgul ediyor. Institute for Systems Biology'den immünolog Alan Alderam geliştirdikleri aşılarla ilgili şu bilgileri veriyor:

"Çok sayıda konvansiyonel aşıda, mikrobu alıp ya eziyorsunuz, ya da öldürüyorsunuz. Hastaya enjekte edip, her şeyin yolunda gitmesi için dua ediyorsunuz. Çocuk felci gibi hastalıklarda bu yöntem işe yarıyor. Ancak HIV ve TB gibi bağışıklık sisteminin doğru dürüst çalışmadığı hastalıklarda çaresiz kalıyorsunuz. Doğuştan bağışıklık sistemini güçlendiren ilaçlarla birlikte enjekte edilen aşılar, normal zamanda uyumakta olan bağışıklık tepkisini tetikler. Dahası doğuştan bağışıklık sistemini güçlendirenler sayesinde doktorlar hastalarını aynı anda çok çeşitli patojene karşı aşılayabilir. Bu olanak, biyoterörizm tehlikesinin yaygın olduğu günümüzde çok önemli bir savunma sağlayabilir."

Bağışıklığı güçlendiren ilaçlar
Varolan ilaçlara yeni kullanım alanları araştıran NovaScreen adındaki ilaç şirketi, ABD Savunma Bakanlığı'ndan sağlanan fonlar ile bu tür bir bağışıklık güçlendirici üzerinde çalışıyor.

Newweek'te yayımlanan habere göre, bağışıklık sistemini güçlendirmek doğal olarak beraberinde bazı riskleri de getiriyor.

Bunların başında doktorların bu güçlendirme işlemini abartmaları geliyor. "İltihaplanma sistemi iki ucu keskin bıçak gibidir" diye konuşan Alderam, "İltihaplanma bir ihtiyaç üzerine oluşur. Vücut enfeksiyona karşı savaşmak zorundadır. Ancak bunun gereğinden fazlası kötü, hem de çok kötüdür" diyor.

Fazla faaliyet zararlı
Doktorlar halihazırda bağışıklık sistemi gereğinden fazla faal duruma geçince neler olduğunu biliyor. Hastalar bu gibi durumlarda oto-immün hastalıklara yakalanırlar.

Doğuştan bağışıklık sisteminin dışarıdan giren patojenlere karşı kullandığı mekanizmalar Ðözellikle iltihaplanma- kendi başına çok sayıda sağlık sorunundan sorumludur.

"Bu bağlamda sistem zarar verebilir" diye konuşan Krieg, "Deneylerdeki katılımcıların bazılar çok kötü reaksiyon verebiliyor. Örneğin nezle oluyorlar veya enjeksiyon yapılan bölgede iltihaplanma veya kabartılar oluşabiliyor" diyor.

Aşırı faal bağışıklığın zararları

"Bağışıklık sistemini kontrol etmek", devreye sokmak gibi devreden çıkartma olanağına da sahip olmak anlamına geliyor.

Aşırı faal bir sistem oto-immün hastalıklara yol açarsa bunun tam tersi niye olmasın? Sözgelimi lupus'ta vücut kendi kendine savaş açar ve kendi RNA veya DNA'larına karşı antikor üretir.

Alerjiler de benzer şekilde faaliyet gösterir. Bu hastalıkta bağışıklık sistemi günlük karşılaştığımız maddeleri patojen sanır. Eğer doktor bu gibi vakalarda vücudun tepki vermesini engellerse alerjileri tedavi edebilir. Ancak tedavi beraberinde risklerini de getirir.

Bu risk bağışıklık sisteminin çok fazla baskılanmasıdır. Alderam, "Bu gibi durumlarda insanlar enfeksiyonlara daha açık hale gelir" diyor. Bu birbirini tetikleyen kısır döngüden kurtulmak için doktorlar sorunun gerçek yüzünü görmek için canla başla çalışıyorlar. 

Mozart, Picasso, Einstein: Dahilerin sırları ne?
Mozart, Picasso, Einstein, Darwin, gibi dünyayı etkilemiş olan dahiler, nasıl daha farklı düşünebiliyor? Sırları nedir? Yaratıcılıkta, genetik yapıdan sezgiye kadar bir dizi etken rol oynuyor.
Calışkan, başarılı öğrencilerin aksine, dáhilerin aklında fikirlerin birdenbire, ani bir şimşek çakması şeklinde ortaya çıktığı bilinir. Arşimed banyoya girdiğinde, Newton kafasına "elma" düştüğünde, Einstein parlak bir ışını gördüğünde, Mozart ise yemek sonrası gezintileri sırasında adeta birdenbire esinlenerek buluş ve yapıtlarını ortaya koydu. Günümüzde bilim dünyası, teknolojinin de sunduğu olanaklarla dahilerin beyinlerinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor.

Fransa'da Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden Nathalie Tzourio Ð Mazoyer ve Louvain Üniversitesi'nde, bilişsel nöropsikoloji biriminden Mauro Pesanti, en karmaşık matematik hesaplamalarını kafasından yapabilen Alman genci Rüdiger Gramm'ın beynini ve aynı zamanda ona yaşıt olan altı deneğin beyinlerini inceledi.

Deney sırasında hem Alman gencin hem de diğerlerinin hesap makinesi kullanmadan, bazı matematik hesapları yapmaları istenerek, kamera görüntüsüyle beyinlerindeki faaliyetler izlendi.

Epizodik bellek
Bu karşılaştırmada, Alman gencinin beyniyle diğer deneklerin beyinlerinde harekete geçen bölgeler arasında önemli farklılıklar olduğu gözlendi. Deney sonunda beyinde, uzun süreli bellekte etkin olan beş bölge gözlendi.

Buna göre, altı deneğin beyninde, en çok on veriyi içerebilen sınırlı bir bellek ortaya çıkarken, Alman gencinin çok daha fazla miktardaki veriyi aklında tutabildiği gözlendi. Araştırmacılar bu durumu, bilgisayarların hard Ð diskiyle karşılaştırılabileceğini kaydettiler.

Bu deneyde elde edilen sonuçlar, Mauro Pesanti'nin birkaç ay önce yayınladığı Mathematical Cognition adlı çalışmasındaki verileri de doğruluyor. Pesanti burada, psikolojik bir araştırmadan yola çıkarak, Alman gencinin uzun matematik hesaplamalarını doğrudan belleğinde tutabildiğini gösteriyordu.

"Epizodik" olarak adlandırılan bu tür belleğin, kişinin bireysel deneyimleriyle yakından bağlantılı bir özellik taşıdığı gözlendi.

Beyinde egzersiz etkeni
Bu deneyler, uzun süreli bir egzersizin belli bir konuda beyinde harekete geçen bölgeleri değiştirebileceğini gösterdi. Buna göre, bir mantık problemini çözmeleri istenen deneklerden yüzde 90'ının algılama hatası yaptıkları gözlendi.

Bu gruba daha sonra bu yanlışı düzeltmelerini öngören bir egzersiz programı uygulandı. Sonuçta kamera görüntüleri, daha önceki problemleri yanlış yanıtlayanların yüzde 90'ının, bu kez farklı beyin bölgelerini etkinleştirerek doğru yanıt verebildiklerini ortaya koydu. Bu veriler kişinin, yoğun bir egzersiz programının ardından, sadece bilişsel stratejilerini değil beynin faaliyetlerini de kökten değiştirebildiğini gösterdi.

Tüm bu deneylerden elde edilen sonuçlar da bilinen tüm dahilerin, zamanının tümünü belli bir konuya ayırıp böylece farklı yetenekler ortaya koyabilen, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen manyaklar olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor.

Telafi mekanizması mı?
Gerçekten de, biraz kaba bir tabirle "Ebelek bilim adamları" görüşü bu deneylerden elde edilen verilerle örtüşüyor. Bu kişiler, müzik, matematik, resim v.b. alanda olağanüstü bir yetenek sergilerken, diğer konularda vasat bir zeka düzeyine ulaşabiliyorlar.

Hatta tek bir konuya odaklanmak (örneğin, otistlerde görülen takvimlerdeki günleri ezberleme gibi) bir organın yetersizliği sonucu dış dünyayla ilişkilerini geliştirememekten de kaynaklanabiliyor. Buradan yola çıkarak, dünyada iz bırakmış kişilerin dehaları bazı kapasitelerindeki eksiklikleri gidermeye yönelik bir telafi mekanizması şeklinde açıklanabilir mi?

Nitekim Einstein'ın çok geç konuşmaya başladığı, hatta olgun yaşta bile düşüncelerini sözcüklerle ifade etmede zorlandığı bilinen bir gerçek.

Entelektüel kapasite
College de France'dan nörobiyolog Jean Ð Pol Tassin, entelektüel kapasitenin gelişmesinde psikolojik ve çevresel faktörleri inkár etmemekle beraber, "zeká"nın oluşumunda genetik yapının belirlediği organik özelliklerin altını çiziyor. Tassin zekánın işleyişinde iki farklı yöntemin rol oynadığına dikkat çekip bunları örneksemeli ve bilişsel olarak açıklıyor.

Örneksemeli yöntemde bilgi Ðörneğin, bir yüzÐ, kişinin farkına varamayacağı kadar son derece hızlı bir şekilde işleniyor. Bilişsel yöntemde ise tam tersine, bilgi kalıcı olup bilinçli bir şekle bürünüyor. Bilişsel yöntem prefrontal korteksten kaynaklanıp bu bölgenin olgunlaşmasıyla gelişiyor.

Bazı kişiler de organik kapasiteleri daha elverişli olduğu için bilişsel yöntemlerle öğrendikleri bilgileri diğerlerine göre daha uzun süre akıllarında tutabiliyorlar.

Zeká aynı zamanda yavaş ve bilinçli bilişsel yöntemden örneksemeli yönteme ya da tersine bir geçişi de kapsıyor. Nitekim Alman gencinin kendisine verilen matematik hesaplarını kafasından hemen yapması, diğerlerinin ise bilişsel yöntemle uzun uzun düşünmesi buradan kaynaklanıyor. Bu örneksemeli yöntemdeki gelişme de uzun süreli bilişsel çalışma sonucu sağlanabiliyor.

MANİKDEPRESİF PSİKOZDAN ANFETAMİNLERE

Schumann, Van Gogh, Virginia Woolf, Edgar Poe, Gustav Mahler, Alexandre Dumas, Hemingway, Paul Gauguin..... Bu ünlülerin hepsinin dehaları dışında ortak noktaları manikdepresif psikoz hastalığına sahip olmalarıydı. Bu hastalık /_newsimages/1007259.jpgçok büyük heyecanlar (manyaklık evreleri) ve aşırı ruhsal çöküntü (depresyon evreleri) dönemlerini içerir. Sıradan insanlarda yüzde 1 oranında görülen bu hastalık, sanatçılarda oldukça yüksek bir oran olan yüzde 10'lara varabilir.

Manyaklık evresinde kişiler kendilerini mutlu hissedip, yoğun bir entelektüel aktivite sergileyebiliyor. Bu süreçte büyük miktarda noradrenalin salgılanmasına tanık olunur.

Sağlıklı bir kişide manyaklık evresine eşdeğer bir evre yapay yollardan, anfetamin aşılanarak da yaratılabilir. Böylece bilişsel kapasiteleri iyileştiren noradrenalin salgısı sağlanır. Ancak bu yoğun uyarı sürecinin ardından nöronlar hemen hemen etkisizleşir ve kişinin entelektüel faaliyetlerinin neredeyse tamamen durduğu depresyon süreci ortaya çıkar. Ayrıca anfetaminin etkisi altında bilişsel kapasitenin iyileşmesi yapay bir durumdur.

Nitekim, Alman gencinin matematikteki, Chopin'in müzikteki dehası da buradan kaynaklanıyor. Bu nedenle de doğuştan gelen ya da sonradan edinilen yetenekler arasında ayrım yapmak zorlaşıyor.

Fikirlerin çakması
Günümüzde kişinin yaratıcılığını fiziksel olarak ölçmek mümkün olmasa da dahilerin deneyimleri bilim adamlarına bu konuda önemli ipuçları sağlıyor. Nitekim Einstein ve Poincare, yaratıcılık süreçlerini anlatan pek çok metni kaleme aldılar. Her ikisi de her şeyden önce yaratıcılığın ani bir şimşek çakması şeklinde ortaya çıktığına vurgu yaptı. Dehanın bilinçli ve uzun bir çözümleme sürecinden çok, her tür mantık ve rasyonalizmden uzak, ani bir bilişsel atak ve aydınlanma anının ürünü olduğunu dikkat çekildi.

Poincare de yaratma sürecini dört ayrı evrede tanımlıyor; bunlar

-sindirme,

-hazırlık dönemi,

-aydınlanma ve

-açıklama şeklinde sıralanıyor.

Sindirme, kişinin bilinçli olarak sorunu özümseyeceği dönemi kapsıyor. Daha sonra ise, önceden edinilmiş olan veriler bilinçsiz bir şekilde ilerlerken kişinin bunları "ele aldığı" evre geliyor. Üçüncü aşama olan "aydınlanma" süreci ise çözüm aniden, beklenmedik bir anda ortaya çıktığı için en çarpıcı evre olarak tanımlanıyor.

Son evre olan "açıklama - doğrulama" ise, belli bir mantık çerçevesinde fikirlerin birbirlerine eklemlenmesiyle "aydınlanma" evresindeki içeriğin rasyonel terimlerle ortaya konulmasını sağlıyor.

Bilinç yeterli mi?
Scienve et Vie dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, tüm bu süreç de, ani çözümleme olarak tanımlanan olgunun gerçekte, bilginin uzun süreli bilinçsiz işlenmesinin ürünü olduğunu gösteriyor.

Yaratıcılık sürecinde "sezgi"yi de bilimsel olarak tanımlamak gerekiyor. Nörobilim uzmanı Claire Petitmengin L'Experience intuitive adlı yapıtında, bazı sorunların çözümünde bilinçsiz, bilişsel mekanizmaların rasyonel, bilinçli düşünceden çok daha etkili olduğunu belirtiyor.

Bilinçli düşünce daha çok önceden belirlenmiş, bir dizi algoritma uygulaması gerektiğinde etkili olabiliyor. Örneğin, bir dizi rakamın olduğu sayılarla uzun bir toplama işlemi gerçekleştirebilmek için bu unsurdan yararlanılıyor.

Ancak yaratmak gerektiğinde salt bilinç yeterli olmuyor. Anglo Ð Saksonlar, belli bir mantık zinciri çerçevesinde çözümlenemeyecek, düşüncelerde süreklilik gerektirmeyen sorunları "insight problems" olarak adlandırıyorlar. Saf mantık ve kesin kurallar gerektirmeyen bilinçsiz düşünce bu süreksizliğe olanak tanıyor.

Darwin'in dehası

Darwin Arşimed'den farklı olarak ani bir şimşek çakması sonucu değil fikirlerinin uzun bir olgunlaşma sürecini tamamlamasının ardından doğal seleksiyon teorisini açıkladı. 1831Ð1836 yılları arasında Beagle gemisiyle Galapagas adalarına giden Darwin, kendi selefleri Lamarck ve dedesi Erasmus, özellikle de İngiliz ekonomist Malthus"un toplulukların çoğalmasıyla ilgili görüşlerini de katarak yeni türleri inceledi. Sonunda, 1859 yılında insanın kendi türüne bakış açısını kesin olarak değiştirecek teorisini ortaya koydu.

Arşimed'in Evrekası

Arşimed, ağzına kadar suyla dolu hamamında nesneleri batırırırken aniden kafasında bir şimşek çakar: Batırılan cisimler yukarıya doğru yönelen ve hamamdan taşan suyun ağırlığına eşdeğer dikey bir kuvvete maruz kalmaktadır. Arşimed o andan itibaren buluşunu duyurmak için hamamından fırlayıp çırılçıplak ve ıslak bir şekilde Sirakuza'nın sokaklarında koşmaya başlar. Bu hikayenin doğru olup olmadığını kimse bilmese de Arşimed'in çığlığı yeni buluşların peşinde koşan araştırmacıların kulaklarında çınlamaya devam ediyor.

DAHİLERİN DEHAYLA İLGİLİ SÖZLERİ

Thomas Edison:
"Deha yüzde 1 esinlenme, yüzde 99 ise terlemeden ibarettir".

Goethe:
"Kişinin bilmediği ya da hiçbir şekilde fikrinin olmadığı düşünceler gece kafasının labirentlerinde dolaşır."

Poincare:
"Mantığımızla kanıtlar, içgüdülerimizle yaratırız." Geometri ya da herhangi bir başka bilim için salt mantıktan daha fazla şeyler de gerekir. İçgüdü dışında da bunu tanımlayabilecek başka bir sözcük yok".

Akne neden olur?
Genetik, ırksal, hormonal, psikolojik faktörler kişinin akneli olmasında etkilidir.
Bazı ilaçlar ve kozmetikler de akne yapabilir. Bazı meslekler akneyi etkiler. Sıcak ve rutubetli çevre akne için iyi değildir. Ergenlik çağındakilerin yüzde 80'inde farklı şiddetlerde akne bulunur. Ergenlikten sonra da bazı kişilerde akne devam edebilir. Kadınlarda adet kanamalarıyla ilişkili olabilir. Bazı hastalarda da özellikle kadınlarda yetişkinliğe kadar akne görülmeyebilir.

DİYETİN FAYDASI OLUR MU? Çikolata, yağlı yiyecekler, kuruyemişler sık suçlanır. Ancak bilimsel olarak akneye neden olduğu ya da akneyi arttırdığı saptanmış bir yiyecek yoktur. Bununla birlikte sağlıklı beslenme herkes için olduğu gibi akneli hastalar için de gereklidir.

AKNE NEDEN TEDAVİ EDİLMELİDİR?
Akne cildimizde ve psikolojimizde izler bırakabilir. En önemli tedavi nedeni bu izleri önlemektir. Aknenin cildimizdeki izlerinin tedavisi akne tedavisinden daha zordur ve yüzde yüz sonuç alındığı söylenemez. Tedavi sonucunda kişinin akneli geçireceği dönem kısalmış olur. Çünkü genelde ergenlik yüzündendir ve geçer denilen bu durumun ne kadar zamanda geçeceğini tahmin etmek zordur. Bazen yıllarca devam eder.

SİVİLCEDE DERİYE SÜRÜLEN İLAÇLAR NE ZAMAN VE NASIL KULLANILIR?
Hafif ve orta şiddetteki akne tedavisinde çoğunlukla bu tür ilaçları kullanırız. Antibiyotik tedavisiyle birlikte de kullanılabilir. Kullanılan ilaçlar krem, jel, losyon, temizlik ürünleri şeklinde olabilirler. Krem tedavilerinin günde kaç kez ve nasıl uygulanacağı önemlidir.Çoğu sivilce kremi ciltte hafif kızarıklık, kuruma yapabilir. O yüzden çok fazla miktarda ve sıklıkta sürülmemelidir.

AÐIZDAN İLAÇ TEDAVİSİ NE ZAMAN VERİLİR?
Antibiyotik tedavisi harici tedavilerin yeterli olmadığı durumlarda uzun süreli kullanılabilir. Özellikle adet bozukluğu ve tüylenme şikayeti olan bayan hastalar hormonal açıdan da incelenmelidir. Doğum kontrol hapı gibi ilaçlar bu durumlarda kullanılır. Retinoid tedavisi A vitaminine benzer bir ilaçtır. Diğer tedavi yöntemlerine cevap vermeyen veya hızla iz bırakan akneleri olan hastalarda uygulanabilir.

AKNE İZLERİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Akne izlerinde laser, dermabrazyon, kimyasal peeling, dolgu maddeleri, cerrahi yöntemler kullanılabilir. Hastaya göre kullanılacak yöntem değişir.

LAZER TEDAVİSİ KİME YAPILIR?
Lazer tedavileri öncelikle izleri gidermeye yöneliktir. Akne tedavisinde kullanımıyla ilgili çalışmalar da vardır. Akne tedavi edildiğinde bazı hastalarda akne yerlerinde kalan kızarıklıklar ve deri yüzeyini bozan izler hastalar için büyük kozmetik problem oluşturmaya devam eder.

LAZERLER NASIL ETKİ EDER?
Lazer sistemlerinin bazıları deride soyma yaparak etkili olurlar. 5-10 gün içinde deri yara olup iyileşir. Bir süre hafif bir kızarıklık olabilir. Bu lazerler iz, lekelenme, enfeksiyon gibi riskler nedeniyle sınırlı hastalarda deneyimli doktorlar tarafından uygulandığında başarılı olabilir.

Deriyi soyan lazerlerin uygulama zorluğu nedeniyle kullanımları çok sınırlıdır. Yeni lazer sistemleri bu açıdan çok avantajlıdır. Aslında uzun yıllardır kılcal damar tedavisinde kullanılan Pulse-dye lazer artık hafif ve orta şiddette sivilce ile birlikte olan kızarıklığın tedavisinde kullanılıyor. Ben de bu lazerle hastanın günlük yaşamını etkilemeden çok başarılı sonuçlar aldım. Bu lazerin ayrıca kollajen üretimini arttırıcı etkisi bulunuyor. Çöküklükler kabarıklıklar şeklinde oluşan izlerde de faydalı olabiliyor. Bu lazer FDA onaylı yurtdışında da çok kullanılan bir lazer çeşidi.

PULSE DYE LAZER TEDAVİSİ KOLAY MIDIR?
Pulse-dye lazer tedavisi hastayı kısa sürede etkili ve güvenli bir şekilde görünüm açısından da memnun eden bir tedavidir. Tedavi süreci hastanın normal yaşamını sürdürmesini kısıtlamaz. Deri yüzeyini etkilemez. Birkaç gün sürebilen kızarıklık, morluklar olabilir. Kapatıcıyla kapatılabilirler. İşe, okula devam edebilirler.

KAÇ TEDAVI SEANSI GEREKİR?
Sonuçlar 3-4 haftada alınmaya başlar. Genel olarak bir kaç seans tavsiye edilir. Her tedavi seansı 15-20 dakika kadar kısa sürer.

TEDAVİ AÐRILI MIDIR?
Hayır. Tedavi sırasında hafif bir rahatsızlık duyulabilir. Bu genelde bir lastiğin deri yüzeyine çarpması şeklinde bir histir.

AKNE TEDAVİSİNDE YAPILAN YANLIŞLAR NELERDİR?
En önemli eksiklik hasta doktor iletişimidir. Hastanın akne hakkında fazla bilgiye sahip olmaması, hastalara yoğunluk içinde akne ve tedavi hakkında fazla bilgi verilememesi bir müddet sonra tedavinin yan etkiler nedeniyle ya da işe yaramıyor diye bırakılmasına neden olabilir. Bazı hastalar da ilaçları düzensiz kullanmakta bu yüzden de başarılı sonuç alamamaktadır. Akne tedavisi basamaklar halinde uygulanır. Mevcut tedaviye cevap alınamıyorsa bir üst basamağa geçilir. Bunun içinde genelde 4-8 hafta kadar beklemek gerekir.

TEDAVİ SONRASI AKNE TEKRARLARSA NE YAPMALI?
Öncelikle akne geçse bile doktorla konuşmadan ilaçların bırakılmaması gerekir. Bu gibi durumlarda hastalığın tekrarlama riski daha fazladır. Bazı hastalarda akneler inatçıdır ve gerekirse tedaviler doktor kontrolünde tekrarlanabilir ve sonuç alınır.

Astrobiyoji nedir?
Astrobiyoloji, tanımı tam yapılamamış olmakla birlikte kısaca uzaydaki yaşam ve bu yaşamın orijini, evrimi, dağılımı ve geleceğine yönelik bilimsel çalışma yapan bir alandır.
    Astrobiyolojinin ilgilendiği konular şu sorular üzerine kurulmuştur:
    Canlı sistemleri nasıl ortaya çıkmıştır?
    Yaşanabilir çevreler nasıl oluşmuş ve nasıl evrimleşmiştir?
    Dünya dışındaki ortamlarda yaşam var olabilir mi?
    Gezegenimiz dışında bir karasal yaşam nasıl var olur ve adaptasyon ne şekilde gerçekleşir?
    
    Astrobiyoloji multidisipliner bir yaklaşımdır: Biyologlar;
     Yaşamın kimyasal öncüllerinin oluşumunu tanımlamak için, yeni gezegenler keşfetmek ve bunların yaşanabilirliğini tespit etmek için astronomlarla
    Moleküler etkileşimlerden yaşamın kendisine geçişi anlamak için kimyacılarla
    Diğer gezegenler üzerindeki anahtar minerallere ve suya dair kanıtları incelemek için jeologlarla
    En erken yaşam formlarını araştırmak ve anlamak için paleontologlarla ve moleküler biyologlarla bunların yanı sıra klimatolog, gezegen bilimci ve yakın alanlardaki bilim adamlarıyla iş birliği içinde çalışmaktadır.
astrobiyoloji

Amaçları:
    Amaç 1: Doğayı ,evrende yaşanabilir çevrelerin dağılımını anlamak
      Yaklaşım1.1: Yaşanabilir gezegenlerin evrimi ve oluşum modeli
      Yaklaşım1.2: Güneş sistemi dışındaki gezegenlerin indirek ve direk astronomik gözlemi
      
    Amaç 2: Geçmişte var olmuş ve şuan var olan yaşanabilir habitatları,biyolojik öncüllerin kimyasını ve güneş sistemimiz içinde var olabilecek yaşam sinyallerini araştırmak
      Yaklaşım2.1: Mars araştırmaları
      Yaklaşım2.2: Güneş sistemi araştırmaları
      
    Amaç 3: Yaşamın gezegensel ve kozmik öncüllerden nasıl oluştuğunu anlamak
      Yaklaşım3.1: Biyolojik öncül materyallerin ve katalistlerin kaynağı
      Yaklaşım3.2: İşlevsel biyomoleküllerin orijini ve evrimi
      Yaklaşım3.3: Enerji aktarımının orijini
      Yaklaşım3.4: Hücresel ve protobiyolojik sistemlerin orijini
      
    Amaç 4: Dünyadaki geçmişte var olan yaşamın, değişen gezegen ve güneş sistemi çevresiyle nasıl bir etkileşimde olduğunu anlamak
      Yaklaşım4.1: Dünyanın önceki biyosferi
      Yaklaşım4.2: Kompleks yaşamın temeli
      Yaklaşım4.3: Ekstrakarasal olayların biyosfer üzerindeki etkileri
      
    Amaç 5: Yaşama ait evrimsel mekanizmaları ve çevresel limitleri anlamak
      Yaklaşım5.1: Mikroorganizmalardaki moleküler evrim, çevreye bağımlılık
      Yaklaşım5.2: Mikrobiyal komunitelerin evrimi
      Yaklaşım5.3: Ekstrem çevrelere biyokimyasal adaptasyon
      
    Amaç 6: Dünya ve dünya dışındaki yaşamın geleceğini şekillendiren prensipleri anlamak
      Yaklaşım6.1: Çevresel değişimler, elementlerin biyota, komunite ve ekosistemler tarafından dönüşümü
      Yaklaşım6.2: Dünya ötesindeki yaşama ait evrim ve adaptasyon
      
    Amaç 7:  Dünyanın ilk oluşumundaki ve diğer dünyalar üzerindeki yaşam izlerinin nasıl tanınacağına karar vermek
      Yaklaşım7.1: Güneş sisteminde aranan, canlılığa ait sinyaller
      Yaklaşım7.2: Yakın gezegen sistemlerindeki canlılığa ait sinyaller
Hazırlayan: Özge Kahraman

Kaynak: http://nai.arc.nasa.gov/about/about_nai.cfm

Roket yakıt sistemleri
Genel olarak roket sistemleri, çalışma prensipleri ve roketlerde kullanılan yakıtlar hakkında temel bilgiler.
Gerek askeri, gerek de sivil alanda kullanılan roketler nasıl hareket eder? İtki sistemleri nedir ve nasıl çalışır? Kaç türlü yakıt vardır? Bu yazının amacı bu konulara genel olarak değinip bir bakış açısı kazanmaktır.

Bilindiği üzere roketler, Newton’un etki-tepki ilkesine göre çalışan araçlardır. Yakıt yanınca çıkan gazlar bir lüle(nozul) vasıtasıyla hızlandırılır ve roket çalışır. Roketler iki türlü yakıtla çalışırlar: Sıvı yakıtlı ve katı yakıtlı.

Sıvı Yakıtlı Roketler:
Sıvı yakıtlı sistemler katı sistemlere göre daha karmaşıktır. Bu grupta sıvı yakıtı sıvı halde tutmak ve yakıtın yanma odasına iletimi tasarımın kalbini oluşturur. Yakıtın kendisi sıvı oksijen ve sıvı hidrojendir. Burada hidrojen yakıt, oksijen iseoksitleyicidir. Burada saf hidrojen peroksit ve kerozen gibi maddeler de kullanılabilir. Sıvı yakıtlarda herhangi bir araç olmadan kendi kendilerine yanabilen sıvı yakıtlara hipergolik yakıtlar denir. Sıvı roketlerin temel sistemi aşağıdaki gibidir:
Katı Yakıtlı Roketler :
Katı yakıtlı roketlerde yakıt ve oksitlerici polimer bir matriks içinde homojen bir şekilde dağıtılmıştır. Burada polimer doğal veya sentetik olabilir. En temel katı yakıtlı sistemler çift bazlı denilen ve nitroselüloz/nitrogliserin karışımı yakıtlardır. Nitrogliserinin kullanımındaki zorluk ve kısıtlamalardan dolayı nitrogliserin belli bir yüzdenin üzerine çıkamaz; bu da özgül itkisinin çok yüksek olmamasına neden olur. Çift bazlı yakıtlarda metal bileşen genellikle kullanılmaz ve bu yüzden duman yoğunluğu düşük olur.


Şekilde HYDRA 70 olarak bilinen mühimmatın roket motoruna ait çift bazlı yakıt kartuşları görülmektedir. Çift bazlı yakıtlar kalıp içine kartuş halinde dökülebilmektedir. Çift bazlı yakıtların yanısıra kompozit yakıtlar da mevcuttur. Kompozit yakıtta öğütülmüş metal yakıt olarak kullanılır. Metalin yanması için oksijen kaynağı da toz halindeki perkloratlar, kloratlar gibi içinde oksijen içeren moleküllerdir. Tipik bir kompozit yakıtta yakıt olarak aluminyum, oksitleyici olarak AP denilen amonyum perklorat kullanılır. Bu yakıt, son derece dumanlı ancak çok yüksek itki gücüne sahiptir. Burada tasarımda en önemli nokta yakıt sistemlerinin düzgün bir şekilde yanma profili göstermesidir. Eğer bu sağlanamazsa ya da yakıtta çatlak vs. gibi düzgün yanmayı engelleyecek bir durum olursa yanma düzgün olmaz ve roket patlar. Normal çalışan rokette yakıt yanar ve oluşan sıcak gazlar lüle vasıtasıyla hızlandırılarak roket itkiye kavuşur.
                                    

Sonuç :
Roket sistemleri, askeri veya sivil alanda olsun benzer mantıkla üretilirler. Askeri anlamda roket bir savaş başlığını düşman mevzilerine taşımakla görevli iken sivil alanda; bir uydu ya da mekiği atmosfer ötesine taşıyarak onu hedefine ulaştırır. Özellikle mekik taşıyan sistemlerde hem sıvı hem de katı yakıt sistemleri kullanılır. Mekiği atmosfer ve dünyanın çekim alanı ötesine taşıyabilmek için itki gücü çok yüksek olan katı yakıt “booster” roketleri kullanılırken uzayda manevra yapabilme imkanı olması ve uzay ortamında sürtünme olmadığı için gerekli itki dünyadakine göre daha azdır. Günümüz teknolojileri sayesinde gerek sıvı gerek de katı yakıt sistemleri çok gelişmiştir.

Kaynaklar :
-         Solid Rocket Propulsion Technology, Davenas A., Pergamon Press, 1993
-         NATO Lettre du Newsletter, 1st Quarter 2003
-         www.howstuffworks.com
-         www.atk.com

Uçak yakıtları yeniden masaya yatırılacak
British Airways'e ait Boeing-777'nin kaza raporu açıklandı
Yıllık uçuş sayısının 30 milyona dayandığı şu günlerde kaza oranı milyonda birin altına düşmüş durumda. Geliştirilen yeni sistemler ve teknolojiler, yedek sistemleriyle beraber güvenli bir uçuşun anahtarını sunuyor; ancak gerçekleşen her yeni kazada giderek ayrıntılandırılmış sistemlerin verdiği arızaların tespiti de güçleşiyor. Somut ve büyük eksiklik ve arızaların tedavülden kalkmasıyla küçük ve çözmesi zor ayrıntıların araştırılması devreye girmiş oluyor. Zira 17 Ocak’ta Heathrow’da kazaya karışan Boeing 777 de bunu bir kez daha hatırlattı…
Birkaç gün önce açıklanan raporda iniş sırasında motorun arıza vermesinin sebebi, yakıtın motora pompalandığı sistem içerisinde yakıtın geçişini engelleyecek şekilde bir buzlanma meydana gelmesi olarak yer aldı; ancak uzmanlar uçağın 66 ayrı noktasından alınan örneklere tüm rutin testleri uygulamış olmasına rağmen bu buzlanmanın nasıl gerçekleştiğine anlamlı bir neden sunamıyorlar. Yakıt sudan çok daha düşük sıcaklıklarda donduğu için yakıt içerisinde yer alan suyun buna sebep olduğu düşünülüyor.
Yakıt içerisinde bir şekilde suyun yer alıyor olmasını engellemek mümkün değil; ancak düşük konsantrasyondaki bu su, yolcu uçaklarında uçuşu engelleyecek boyuta çok uç bir durum olmadıkça gelmiyor. Yakıt içerisindeki su, depo sıcaklığının -1 ila -3 C arasına düşmesiyle kristalleşmeye başlıyor. Tam bu noktada yakıt ile su zaten aynı yoğunlukta bulunuyor ve ahenkle motorlara pompalanıyorlar. Daha yüksek hız ve irtifalarda yakıt sıcaklığının -18 C’ye kadar düşmesi ile bu kristallerin ebatı tehlikeli olmayacak şekilde biraz daha büyüyor. Daha düşük sıcaklıklarda buzun ebatı göreceli olarak büyümeye devam ediyor ancak yakıttaki su miktarının güvenli sınırlar içerisinde bulunması halinde burada da bir sorun yok. Zaten yolcu uçaklarında kullanılan Jet A-1 yakıtı -57 C’de donuyor ve sıradan bir uçuş esnasında depo asla bu sıcaklığı görmüyor. Kimi askeri uçaklar –başta süpersonik (sesüstü) uçaklar olmak üzere- çok daha yüksek irtifalarda çok daha yüksek hızlarda bulunduğundan bu tehlike sınırına yaklaşıyor, ama bu tehlike de FSII adı verilen bir inhibitörle kolaylıkla bertaraf edilebiliyor. Yakıta % 0.1 ila % 0.15 oranları arasında FSII karıştırmak yeterli oluyor ve yakıt içerisindeki suyun donma sıcaklığını -40 C’ye kadar düşüyor.
Sorun şu ki bugüne dek -18 derece sıcaklık altındaki yakıt/su karışımının detaylı bir analizi gerçekleştirilmemiş, sadece maddelerin bilinen özelliklerine göre teorik olarak tehlike sinyali olmadığı düşünülmüş. Bu yüzden yolcu uçaklarında maliyet sebebiyle FSII veya türevi bir inhibitör kullanılmıyor. Halbuki Boeing 777 için kullanılması için hiçbir sakınca bulunmuyor (FAA, Boeing 777, AC-20-29B), bununla beraber kullanılması için de herhangi bir zorunluluk bulunmuyor. Oysa ki –raporda da tavsiye edildiği üzere- -18 derece altındaki yakıt su karışımlarının pratikteki davranışının deneylerle daha fazla araştırılması, irdelenmesi, bunun sonucuna göre de herhangi bir inhibitör katılıp katılmaması gerektiğinin kesin olarak belirlenmesi gerekiyor.
Söz konusu kırımda, uçağın kaydedilmiş minimum yakıt sıcaklığı -34 C. Yakıt borularının tıkandığı an ise yakıt sıcaklığı -22 C. Yani tehlikesi olmayan bir sıcaklık. Buna rağmen yakıtının neden buzlandığını anlayabilen yok. Bu yüzden olay üzerinde araştırma yapan İngiliz kaza kırım ekibi uçağın üzerinde bulunan Rolls-Royce Trent 800 motoru ve Boeing 777 çiftinin uyumluluğunun tekrar incelenmesi gerektiğini de belirtiyor. Hatta FAA ve EASA’ya her uçak / motor kombinasyonu için testler uygulanarak bu uçaklarda yakıtın davranışını yeniden incelemeyi salık veriyor. Ek olarak da tüm uçaklar için olası yakıt-buz senaryolarında havada kalabilirliği ve güvenli iniş gerçekleştirebilirliğinin analiz edilmesi, varsa eksikliklerin giderilmesini öneriyor.
Eğer gerçekleştirilecek yeni test ve uygulanacak yeni araştırmalarda yakıt / su karışımının bazı başka parametrelere bağlı olarak tahmin dışı davranış gösterdiği keşfedilirse, yakıt sistemlerinin ve karışımlarının bir devrim geçirmesi olası. G-YMMM tescilli uçak, içerisindeki yolcuların ve mürettebatın yara almadan kurtulacağı kadar şanslı bir uçak olabilir; ancak başka uçaklarda benzer arızaların gerçekleşmesi halinde talihin ne göstereceği bilinmez.
Tevfik Uyar

Zamanda yolculuk olasılığı
Japonya Uzay Havacılık Dairesi (JAXA) ve Tokyo Üniversitesi'nde görev yapan Doç.Dr. Serkan Anılır, zamanda yolculuk konusunu yazdı.
Zamanda yolculuk dendiğinde aklımıza hep ünlü bilim adamı Stephen Hawking'in yaklaşımı gelir.

'Eğer zamanda yolculuk mümkün olsaydı, neden bugün gelecekten gelmiş zaman yolcularıyla karşılaşmıyoruz?'

Peki ya ileride zamanda yolculuk gerçekten mümkün olursa ve gelecekten gelmiş kişiler aramızda yaşayıp bizi izliyorlar ve içlerinden gülüyorlarsa? Gelin, hep beraber bu olasılığı düşünelim.

Zannederim, uzmanlık alanı olmasa da herkes, zamanda yolculuğun ancak ışık hızına ulaşabilmemiz durumunda mümkün olduğunu biliyordur.

Gelecekte, zaman yolculuğu ile ilgili bütün engelleri ortadan kaldırıp ışık hızından daha hızlı hareket etmeye yönelik teknolojiyi geliştirdiğimizi varsayarsak, nasıl bir zaman yolculuğu yaşanacağını da hayal edebiliriz.

Wells'in romanı ve 'warp' fikri

Zamanda yolculuk üzerine en tanınmış yazılı roman, ünlü yazar H.G.Wells tarafından kaleme alınmıştır. Romanda zaman makinası geçmişe ve geleceğe tek bir çizgi üzerinde hareket ederken, bugün zamanda yolculuğun gerçekleşeceğine inanan birçok bilim adamı, bazı zorlukları yok etmek için 'warp' fikrini ortaya atmaktadır.

'Warp'ı basit bir örnekle açıklayacak olursak, bir kağıdın sol alt köşesine (X), sol üst köşesine (Y) yazalım. X'den (şimdiki zaman) Y'ye (geçmiş zaman) bir çizgi çekelim.

Wells'in modelinde, zaman makinasını bu çizgi üzerinde hareket etmektedir. Ama, harflerin yazılı olduğu iki köşeyi kağıdı kaldırıp ortası sarkacak şekilde biraraya getirirsek, bu iki farklı nokta arasında hareket etmek için varolan çizgiyi takip etmek yerine direkt atlama yapabileceğimizi görürüz. 'Warp' budur.

Her ne kadar bu imkansız gibi düşünülse de, bugün doğadaki formlara baktığımızda, mükemmel bir kare veya dikdörtgen benzeri bir form göremeyiz. Doğa, bizim '3.5 boyut' ismini verdiğimiz mevcut form cetvelleriyle tanımlanamayan 'fraktal'lerden oluşur.

Kar tanesi ve yansımalar

Buna en güzel örnek ise bir 'kar tanesinin' şekli. Kyoto Üniversitesi'nden Prof. Dr. Koji Miyazaki ile beraber yaptığımız bir araştırma sırasında, kar taneleri ve benzer milyonlarca fraktal şekillerin aslında dördüncü boyuttan üçüncü boyuta yansımalar olduğunu bilgisayar modelleriyle kanıtlayıp başarılı olduk.

Einstein'in 'zaman' olarak tanımladığı dördüncü boyutun, belki de farklı bir kurgusu olan bir üst 'mekan' olabileceğine dair bir tez de geliştirdik.

Uzayın şekli ve boyut konusunu daha derinden kavramak, ileride belki de zaman makinasının önünü açabilir.

Zaman makinasına geri dönecek olursak, bugüne kadar büyük bütçeler ve derin araştırmalarla hazırlanmış bütün filmlerde kahramanımız zaman makinasıyla geçmişe veya geleceğe giderken, farklı zaman diliminde başladığı nokta ile çıktığı nokta aynıdır.

Örneği tekrar düşünürsek, bir kağıt üzerindeki iki nokta arasındaki çizgiyi takip etmeden o noktalar arasında gidip gelmek bir gün mümkün olsa da, herhalde o gün zaman makinası üzerine çalışanlar, çok önemli bir gerçeği fark edecekler. O da kağıdın hareket halinde olması... Yani uzayın hareket ediyor olması.

Nasıl mı?

Dünya saatte yaklaşık bin 600 km hızla dönmektedir. Eğer bir zaman yolcusu 'warp' ile, zamanda bir saat geriye gidecek olursa, çıkacağı nokta ilk başlangıç noktasından bin 600 km ötede olacaktır.

Tabii ki bu durumda, uzaya dışarıdan bakacak olursak, dünyanın aynı bir saat içinde güneşin etrafında da 107 bin km yol katettiğini, güneşin de Samanyolu galaksisinde 810 bin km, Samanyolu'nun da Andromeda galaksisine doğru 240 bin km, 'Local Group' adı verilen bizim sistemimizin de Virgo kümesine doğru 2 milyon 770 bin km ve komple olarak Virgo sisteminin de 'Great Attractor' adı verilen görünmeyen bir kümeye doğru 2 milyon 150 bin km ile hareket ettiğini düşünmemiz gerekir.

Zamanda yolculuk hayalleri ile yola çıkan pilotumuz, sadece ve sadece bir saat geriye dönmeye kalkışırsa, yola çıktığı noktadan yaklaşık 5 milyon kilometre uzaklıktaki farklı bir noktada ortaya çıkacaktır.

Burada önemli olan, yolculuğa başladığı noktada gene ortaya çıkmış olsa bile, bu sırada uzay bir saat içinde hareket etmeye devam etmiştir.

Bu kadar kötümser olmamak için, olaya bir de iyi tarafından bakalım. 5 milyon kilometre uzakta çıkma olasılığından bahsettiğim halde, bütün yıldız ve kümelerin aynı yöne hareket etmediği gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak, buradan birbirlerini sıfırlama şansları olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün bilim adamlarının 'uzayın duvar kağıdı' olarak da tanımladıkları arka plandaki 'kozmik kısa dalga fon radyasyonu' (Büyük patlama, yani Big Bang adını verdiğimiz evrenin doğuşunda meydana gelen patlamadan geriye kalan radyasyon) ölçümleri ışığında, dünyanın saatte yaklaşık 1 milyon 400 bin km hareket ettiğini biliyoruz.

Bu uzaklıkları şu ana kadar sadece bir saatlik bir zaman yolculuğu macerası olarak düşündük. Bunu günlere, aylara, yıllara vurursak ortaya çıkan mesafe farklılıklarını zannediyorum herkes hesaplayabilir.

Basit bir örnek verecek olursak, 2105 yılından zamanımıza dönmeye çalışan bir kişi, dünyadaki başladığı noktadan yaklaşık 1 trilyar kilometre uzakta çıkacaktır, bize o noktada mesaj gönderse, dünyaya ulaşması yaklaşık 47 gün alacaktır.

Uzay keşifleri

Eğer bu şekilde bir yolculuk imkanı olursa, yani uzayın sürekli hareket halinde olmasını kendi avantajımıza çevirmek istersek, bunlardan birisi uzay keşifleri olabilir.

Mesela aynı hesaplama sistemi ile gidersek, şu an ki bulunduğumuz noktada 17.4 gün sonra Jüpiter gezegeninin olacağını tahmin ederek (dünyaya en yakın olduğu zamanda 587 milyon kilometre) buna ayarlayarak bir keşif gemisini gönderebiliriz.

Tabii ki x-y düzleminde başarılı olunacağı tahmin edilse bile, uzay ortamındaki x-y-z sisteminde düşünürsek, belki uzaklık olarak doğru noktada çıkabiliriz ama Jüpiter'in o andaki konumuna göre tam olarak yanında çıkma şansımızın çok zayıf olduğu da bir gerçektir.

Ancak bu teknoloji eğer başarılı olursa, mesela dünya yörüngesine uydu veya benzeri yük taşıması için son derece pratik bir çözüm olabilir.

Hayal gücümüzü zorlamaya devam edecek olursak, ben bir gün zaman makinasıyla yolculuk yapma şansını yakalasam iki seçeneğim vardır.

Birincisi ne kadar dünyadan uzakta ortaya çıksam bile, en kısa zamanda dünya ile bağlantı kurup yönümü bulmak ve geriye dönmeye çalışmak.

İkincisi ise, zaten geri dönemeyeceğim gerçeğini kabul ederek, gitmişken sonuna kadar gideyim fikrine de sarılarak, uzayın başladığı zamana dönmek.

Acaba Big Bang patlamasının olduğu ana kadar gidebilir miydim? Uzayın henüz bin yaşında olduğu ve sadece taneciklerden meydana geldiği bir döneme dönebilecek olsam, acaba benim zaman makinem de o anda tanelerine ayrılır mıydı?

'Warp' fikrinde zamanın etrafında dönerek, yani o çizgi üzerindeki olaylardan etkilenmeyerek hareket edebileceğimizi varsayarak, 'Big Bang'den öncesine dönmeye kalkışsaydık? Bu durumda uzayın varolmayacağı ve uzayın varolmasından dolayı ortaya çıkan ve insanlar tarafından yorumlanarak 'fizik kanunları' olarak kabul edilmiş, ve benim zaman makinamla o noktaya kadar gitmeme imkan sağlamış bütün kuralların da varolmayacağını düşünersek?

'Terminator' filminde zamanda geriye giderek, ileride lider olacak insanların ailelerini yok etme düşüncesi nereye kadar mümkün bilemiyorum.

Buna başka bir yaklaşım getirsem, mesela ileride olacak çok büyük bir felaketi dünyaya mesaj olarak yollayarak tedbir almaları için uyarabilirdim.

Bu belki ileride mümkün olabilir ancak böylesine bir felakette ölmesi gereken bir kişi, benim yollayacağım mesaj sayesinde kurtulur ve ileride dedemi bir kavga sırasında öldürürse?

Zaman yolculuğu tartışması yıllarca sürer...

Doç.Dr. Serkan Anılır

4. Nesil nükleer santraller
Tübitak Bilim Teknik'in '4. Nesil nükleer santraller' eki (pdf).